Genel

Sevdiklerimizin ölümüyle, kaybettiğimiz sadece dostlarımız olmuyor; onlarla birlikte, kocaman bir parçamızı da kaybediyoruz..

Hep çok sevdik birbirimizi.
Ne de çok şey paylaştık çocukluğumuzdan beri..
Bir kez olsun ne kırıldık ne gücendik birbirimize..

Mutluluk dediğimiz şey, ufak ufak mutluluk parçalarının bir araya gelmesinden oluşuyor; yoksa, öyle kocaman yekpare bir mutluluk yok hayatımızı kaplayan..

Uğur Akçay, çocukluk arkadaşımdı benim. Aynı mahallenin çocuklarıydık. Çok iyi top oynardı, ön liberoydu. Saha dışında melek gibiydi ama sahada çok hırçındı. Bir keresinde, hakemin suratına maçta toprak attığı için altı ay futboldan men edilmişti. Efsane topçu abilerimizin takımında, İstanbul’un abilerinden Şefik Abi’nin kardeşi, rahmetli “babako”nun başkan olduğu Çayırbaşı Spor Kulübü’nde oynuyordu. Takımda ön libero olduğu için hem atakları savuşturur, hem savaşır, hem de takımını derler toplardı. Bizim otuz yıllık “Kariye Gurubu”muzda da aynı görevi üstlenmişti. Gurubun çimentosu, doğal lideriydi. Kim başkan olursa olsun, gerçek başkan hep oydu. İnsan sarrafı ne demekse, Uğur o demekti. Korkunç bir duygusal zekası vardı, karşısındakinin ruhunu okurdu. Kiminle ilgili kanaatini bana söylemiş, beni uyarmışsa, hep haklı çıktı. Uğur’un da, benim de, diğer arkadaşlarımızın da, farklı farklı siyasi değerlendirmeleri vardı. Uğur, ülke çapında Kocaman siyasi problemleri, bir cümle ile özetler, olayı bir başlık haline getirir ve biz onun cümlesini kullanırdık. Ayrı ayrı liselerde okuduk, aynı üniversite hazırlık kursuna Altunizade’deki Asfa’ya gidiyorduk. Çayırbaşı’nda bizim kahvede buluşur, merkezdeki Shell’den ortaklaşa benzin alır, benim beyaz şahinimle Altunizade’ye dersaneye giderdik. Çok yaman öğretmenlerimiz vardı. Ali Bulaç sosyoloji, Nurettin Yıldız tarih hocamızdı. İkisi de Uğura bayılırdı sınıfta. Bir de meşhur edebiyatçı rahmetli Nurettin hocamız vardı. Bir derste Nurettin hocaya “hocam Şems’e sorar mısınız en meşhur Türk şairi kimdir? dedi. Hoca sordu, ben de Orhan Gencebay dedim diye, ölene kadar benle dalga geçti. Hepimizden bir adım öndeydi, Biz parasız öğrencilerdik, o arkadaşı Ali Eker ile cep telefonu mağazası açtı, yıllarca patronluk yaptı. Sonra tutturdu ben ticareti bırakacağım maaşlı bir işe gireceğim, kalan yaşamımı ilim irfana vereceğim diye. Ne kadar yapma etme desek de, hisselerini ortağına devretti ve İett’de (Şişli Motor Meslek Lisesi mezunuydu) işçi kadrosunda göreve başladı. Yıllarca takıldık kendisine, “biz açtık, sen patrondun; biz patron olduk, sen üstün başın yağ, işçi oldun” diye. Çok mutluydu maaşlı çalıştığına. Hep altını kalemlerle çizerek kitap okudu. Ama içimizde, kitaplarını 28 Şubat Sürecinde yakan bir o vardı. Lise zamanında Dede Paşa hazretlerine intisaplı İhvan’dı. Benim arabamla dersaneye giderken, “Pirim getirir Pirim götürür” derdi. Ben de “ne alakası var, benzini ortak koyduk, bu şahin götürüyor bizi” der takılırdım. Bu espirisiyle de, bütün arkadaşlarımız gasilhanede, yıkanmasını beklerken Uğur’umuzu andık. İşte o, “Pîrinin komşusu olsun inşallah gerçek dünyada” da.. Sonra, Ümran Dergisi meşhurdu Uğur Abi’min. Abdullah Yıldız ekibinin Pınar Yayınları etrafında çıkardığı Ümran Dergisi’ne o kadar bağlıydı ki, askere uğurladığımızda, yanında bir sırt çantası, bir de kara sık uzun sakallarının arasından, gasilhaneden çıktığında da parıl parıl parlayan dişleriyle, otobüsün camından bize el yerine salladığı “Ümran Dergisi” vardı yanında. Benimle, bir ay askerlik yaptığım için hep dalga geçti. Çünkü o bir aylık sürenin, bir haftalık kısmında eşimi, çocuklarımı, kayınpederimin evine bırakmak zorunda kalmak çok dokunmuştu bana. “Evimin ışığı söndü” dedim diye bir ömür dalga geçti “Sen o kadar mark ver, bir ay Mehmet Bey olarak askerlik yap, sonra evimin ışığı söndü de” diye.. İyi bir Sariyer Spor Kulübü taraftarıdı. Bir gün sarıyer maçında buluşacaktık, ben ondan önce girdim stata, onun geldiğini görünce, yolun üstündeki bilet kontrollü giriş yerindeki polisi ikna ettim ve polis, “Sen Uğur Akçay mısın, yakalanma emrin var, benimle karakola geleceksin” dediğinde onun o halini hiç unutamam. Düğününde bütün arkadaşlar gene beraberdik, Sarıyerli Necmi Hocayı (Sarı Necmi) çok sever ve onunla çok vakit geçirirdi o zamanlar, Necmi Hoca düğününde konuşmacıydı, Necmi Hoca hatırı sayılır bir hadis alimi ve konuşmasına üç hadisi Arapça metin ile ve râvilerini teker teker orjinal isimleri/ünvanlarıyla anlatınca, uzunca bir süre hiç Türkçe konuşulmamış oldu düğünde, bu da bizim hep gülme konumuz olmuştu. Sonra, Aksaray’daki, doksanlı yılların başında toplandığımız Bosna Dayanışma Vakfı’nda (o zamanlar Bosna savaşı vardı, sonra vakıf, “dayanışma vakfı” oldu) çok maceralarımız olmuştu. Hele filli boya hikayemiz var ki Uğur’umuzun bize hediye espirisiydi dilimizden düşmeyen..

Ya böyle işte dostlar. Duydum ki, Uğur’umun yorgun kalbi, o her şeyi içine atan kalbi, dayanamamış, bir yağmurlu öğle vakti, İstanbul’da, Ümraniye’de, hastanede, 12.55’de durmuş.. Ve kara haber o saniye geldi. Ankara’dan apar topar çıktım, uçarcasına sürdüm arabayı, yattığı hastahaneye geldim akşama yakın. Hastanenin kapısında, içeri girmeden, çam ağacının altında ağladım da ağladım. O sırada, Sarıyer/Ptt Evleri Mahallesi’ndeki cenaze evinden diğer arkadaşlar geldi hastaneye, hep beraber ağladık. Sabah erkenden gene hastaneye geldik, Uğur’umuz, on günden fazla yaşam için mücadele verdiği hastanenin morgundaydı. Cenaze arabası geldi, morga gittik, o güzel dişleri açıktaydı, başına üşüştük, ağladık.. “Kalk ayağa” diye nara atmak geldi içimden, “Hem canlı gibi gülüyorsun, hem de ölü gibi yatıyorsun; kalk Allah aşkına, kalk bu da benim sana şakam de”, Uğur kalk! Kalkmadı Uğurum. Sırtlandık, tabuduna koyduk. Bir baba nasıl yıkılır babası İbrahim abide gördük, yıkıldı koluna girdik, sonra araba önde biz arkada gasilhaneye gittik. Yıkandı tertemiz bedeni. Sonra, doğduğumuz büyüdüğümüz, babamızın dedemizin gömülü olduğu Sarıyer’e yola çıktık. Bardaktan boşanırcasına bir yağmurun altında, Kilyos Mezarlığı’nda kıldık namazını. Tabuduna, onlarca ona inanmış, bu dünyanın yalan olduğuna inanmış adam, omuz verdik. Ağlaya ağlaya, yağmurun altında, sapsarı güzel çamurun içinde, kabrine gömdük. Uğur’umun üstüne, canımızdan bir parçayı, “hayat hikayemizden, capcanlı kocaman bir kısmı” toprak olarak attık ve gene “ağlaya ağlaya” ayrıldık..

Hey gidi koca Uğur, sen de ölecek miydin birden bire. Ansızın, artık seninle yanyana gelemeyeceğimiz günler mi başlayacaktı. Senin ne kadar büyük olduğu, senden sonra biz, “boşluğundan” anlayacağız.

Mekanın cennet olsun.

Bir yanıt yazın